GTA-GRANDE TRAVERSATA DELLE ALPİ İTALYA (2)

RIFUGIO VULPOT-CA D’ASTI

Malum gece Rıfugio Vulpot’ta kaldık. Sabah kahvaltıdan sonra erkenden yola koyulduk.

İlk durağımız 2.534 m. deki Croce di Ferro (Demir Haç) tepesiydi.

1.800 m. den yükselmeye başladık. Bütün gece yağmur yağmıştı. Sabah, yağmurun yerini sert bir rüzgar aldı. Allahtan pırıl pırıl güneş vardı. Rüzgarın sertliğini hissettirmedi.

Patika taş döşeliydi. Birinci, ikinci dünya savaşlarında partizanlar yiyecek, ve malzeme ikmali için kullanmışlar. Her yer yemyeşil, çiçeklerle doluydu. Ağaç yoktu. Yol çok belirgin olunca, kestirme bile yaptık. Yürüyüş yapan bir çok kişiye rastladık. Tepeye vardığımızda Torino’yu gördük. İniş patikası, dağın kuzey yamacında olduğundan çok fazla kar, bir sürü şelale vardı. Şelaleler iniş yolumuzu parça pinçik bölmüşlerdi. Yatay geçişlerle hafif hafif alçalmaya devam ettik. Böylelikle bir çok şelalenin üzerinden geçtik. İçlerinden bir tanesi oldukça tehlikeliydi! Aşabilmek için resmen kaya tırmanışı yaptık.

Biz tepede, aşağıda küçük sevimli köyler, etrafımızda şelaleler çok güzeldi.

Bir ara sanki tilki gördüm. Uzun kuyruklu, kahverengi, siyah çizgili bir hayvan koşarak yuvasına kaçtı.

Saat 15.30’da 2.850. m deki Rifugio Ca d’Asti’ye ulaştık. Hava güneşli olmasına rağmen çok soğuktu.

Burası çok ilginç bir yer. 16 kişilik odalarda üç katlı ranzalarda kalıyorsunuz. Biz A odasında 5 kişi kaldık. Bizden başka Alman bir çift vardı. Onlar Rociamelone’ye zirve yapmış, dönmüşlerdi. WC’ler dışarıdaydı. Duş yoktu. Elektrik sıkıntılıydı. Telefonları sarj edemedik. Odalarda ışık, internet yoktu. Yiyecekler, aşağıdan manuel çalışan yük taşıma teleferiği gibi bir sistemle getiriliyordu.

Akşam lezzetli mercimek çorbası, peynir, dana hamburger, patates, meyve salatası, kahve vardı. Bu kadar zor bir yerde bu yiyecekler bulunmaz nimetti.

Rifugio’nun hemen altında, Lions Kulübü tarafından hacılar için yaptırılmış, 16. yy. tipinde yuvarlak minik bir şapel vardı.

Gece erken yattık. Yarın uzun bir gün olacaktı.

Günün özeti: 1.000 m. yükseldik. 15 km. yürüdük.

 

ROCCIAMELONE

Haçlı seferleri sırasında Müslümanlara esir düşen İtalyan soylusu Bonifacio Rotario d’Asti esaretten kurtulmak için adakta bulunmuş. Daha sonra özgürlüğüne kavuşunca adağını gerçekleştirmek için, orta çağda bölgenin en ulaşılmaz, en yüksek zirvesi olduğuna inanılan Rocciamelone’ ye 1 Eylül 1369 yılında çıkmış. Kendi elleriyle oyduğu mağaraya Hz. Meryem için hazırlattığı üçlü bronz plakayı bırakmış. Daha sonra burası hac merkezi haline gelmiş. Mağara genişletilerek küçük bir şapele çevrilmiş.

1895 yılında Susa Piskoposu Eduardo Giuseppe Rosaz tarafından buraya büyük Bakire Meryem heykeli yapılması tasarlanmış. Proje bir gazetenin önderliğinde duyurulmuş. 130.000 üzerinde çocuk, harçlıklarından ayırdıkları 10 cent’i bağışlayarak projeye destek olmuş. Dönemin ünlü heykeltıraşı Giovanni Antonio Stuardi’ye (1862/1938) heykeli yaptırmışlar. İtalyan çocuklarına adanan heykelin altına da çocukların adlarının yazılı olduğu plaka konulmuş. 28 Ağustos 1899’da açılışı yapılmış.

Üçlü bronz plaka şöyle; çok ince süslemelerle kabartma olarak yapılmış. Ortasında Bakire Meryem, kucağındaki Hz. İsa’nın elinde dünyayı tasvir eden yuvarlak bir top. Sağdaki plakada Hz. Yahya, önünde diz çökmüş Bonifacio Rotario d’Asti elindeki adağı Hz. Meryem’e sunuyor. Sol tarafında Aziz George. Artık plaka Rocciamelone’nin zirvesinde değil. Sussa kasabasındaki San Giusto Katedrali’nde.

 

RIFUGİO CA D’ASTI- IL TRUCCO

Haydi, yolumuz uzun tırmanmaya başlayalım.

Eşyalarımızı rifugioda bıraktık. Saat 7.00’de zirve çantalarımızla yola çıktık. Yol taşlı, dikti. İnenler, çıkanlar oldukça kalabalıktı. Zirveye yakın, patikanın bir tarafı uçurumdu. İplerle geçişi rahatlatmışlardı. 9.20’de bronz heykelin ayaklarının altındaydık. Hava açık, çok güzeldi. Zirveden dört bir taraf, karlı dağlar ve buzul gölleri görülüyordu.

Zirvenin hemen altında dağ evi ile küçük şapel vardı. Şapel, Bonifacio Rotario d’Asti’nin kazarak yaptığı mağaranın en son hali. Dünyadaki en yüksek Meryem Tapınağı’mış. Ben bilmem internet öyle söylüyor!

Şapelin hemen üstünde 4 m. boyunda 800 kg ağırlığında bronz Bakire Meryem heykeli. Zirveye 8 parça olarak taşınmış. Bu kadar dik, tehlikeli patikadan nasıl taşımışlar? İnanılır gibi değil! İman gücüyle herhalde! Yine de yanına gidince heykel bana küçük gibi geldi. Şimşeklerden korunması için yanına kocaman bir paratoner koymuşlar. Dağcılar, çocuklarının fotoğraflarını ya da eşyalarını hatıra olarak zirveye bırakmışlar.

Kahvaltımızı yapıp, bol fotoğraf çekip, zirve defterini yazdıktan sonra saat 10.00’da inişe geçtik. Henüz inişe başlamıştık ki 7 yaşındaki David, babası ve dedesi ile karşılaştık. Minnoş dağcıyı görmek çok hoşuma gitti! Biraz sohbet ettik. Sonra David önde, yollarına devam ettiler. Saat 11.30’da rifugiodaydık. Eşyalarımızı alıp, inişe devam ettik. 2.800 m. den itibaren taşlı patika yerini yemyeşil yamaçlara bıraktı. İlerde 2.000 m. den sonra orman başladı. 3-5 yıl önce bazı kısımları yanmış. Öylece mezar taşı gibi duruyorlardı. İnsanın içi sızlıyor! Yangında bizim işaretlerin bazıları da yanmış. Doğal olarak biz de yolumuzu kaybettik. Allahtan Andreas’ın GPS’i vardı. Çok kısa bir zamanda tekrar işaretlerimizi bulup, yolumuza devam ettik.

Güneşler içindeki posta tappamıza (dağ evine) saat 16.00 civarında ulaştık. Yemyeşil bahçesi yürüyüşçülerle doluydu. Ca d’Asti’deki Alman arkadaşlarımız bizden önce gelmişlerdi. 5-6 grup yaklaşık 15 kişi vardı. Herkes birbirine yolları, ne yapacağını soruyordu. Grupların ertesi gün Rocciamelone zirvesini yapacaklarını öğrendik. Onlara göre ters tarafa yürüyorduk.

Güzel günün, başarının ardından yenilen yemeğin tadına doyulmuyor. Hele de uyunan uyku deliksiz oluyor.

Günün özeti: 680 m. yükseldik, 1.706 m. indik. 14 km. yürüdük.

SUSA

Yürüyüşe dik inişle başladık. Hava çok sıcaktı. Susa; Roma dönemi eserlerinin de bulunduğu, küçük, sevimli bir şehir. Tarihi şehir meydanı; etrafındaki mağazalarla, yürüyüş yolu olarak ayrılmış. Burada alış verişimizi yaptık. İlerdeki, Roma döneminden kalan Porta Savoia (Savoia kapısı) şehrin sembolü olmuş. Hemen bitişiğinde Susa Katedrali. İçinde ünlü, Madonna’ya adanan bronz plaka bulunuyor. Allahtan açıktı, ziyaret edip, biraz uzaktan da olsa görebildik. Plaka pırıl pırıl altın gibi parlıyordu. Boyanmış. Bronz olduğuna inanamadık!

Savoia kapısını geçince Susa parkını, Arco di Agusto (Agusto kemerini), eski sarayı ziyaret edebiliyorsunuz.

ALPEN TOGLIA

Ormanın içinden dimdik çıkışla başladık. Her şey güzel, hoş ama Allah’ım, ya Rabbim tırman tırman bitmiyor! Şaka gibi! Posta tappaya son 15 dk kala patikada bir araba belirdi. Arka camı kırık, naylon yapıştırmışlar. İki kapılı minik bir şey. İçinde 200 kg.lık bir adam arabanın üçte ikisini doldurmuş. “İsterseniz sizi bırakayım” dedi. Ne araba, ne de adam güven vermiyor ama bizde de adım atacak hal yok. “Ya Allah, ya bismillah” deyip arabaya bindik. Araba leş! Arka koltuğun zemini ekmek parçaları ile dolu ayak basacak yer yok. Ayaklarım havada hoplayıp, zıplayıp, savrularak saat 18.30’da posta tappaya ulaştık.

Meğerse araba posta tappanın, şoför de ailenin oğluymuş. Raulf yine yapmış kıyağını! Aracı, bizi alsın diye göndermiş. Kazma, söylemedi ki, boşuna endişelenmişiz! Bizimkiler merakla bahçede bekliyorlardı. Uzun zamandır birbirimizi görmemişiz gibi kucaklaştık.

Günün özeti: 1.400 m. yükseldik. 1.370 m. indik. 22 km. yürüdük.

Alpen Toglia ; agri turismo yani tarım turizmi yapan bir posta tappa imiş. Evin hemen yanında kocaman bir ahırı vardı. Keçi, inek, tavuk, kedi, köpek Allah ne verdi ise bütün hayvanlar vardı. Ufak bir ayrıntı, ahır ne kadar temiz olabilirse o kadar temiz, düzenli ve bakımlıydı.

Yaşadıkları evin arka tarafına kocaman ranzalı bir yatakhane yapmışlar. Gelenler beğendikleri ranzalarda kalıyor. Çarşaf, havlu vermediler. Andreas gelmeden uyardığı için hepimizin çantalarında çarşaf, havlu vardı. Yataklar da pek iyi sayılmazdı.

Banyo yapmak bile istemedim. Ayşe “Banyo güzel merek etme.” deyince, gönülsüz de olsa şöyle bir kafamı uzattım, inanamadım! Tertemizdi.

Akşam yemeğini evlerinin salonunda yedik Kendi yaptıkları 5-6 çeşit peynir, pasta (unutanlar için: makarna), biz domuz yemediğimiz için omlet yanına haşlanmış bezelye verdiler. Çok lezzetliydi.

Size evde yaşayanları da anlatmak istiyorum. Bizimle evin kızı Angela ilgilendi. 30 yaş üzeri, etine dolgun, hafif çatlak, saftirik, sevimli bir kızdı. Annesi obez, ön dişlerinin yarısı yok, olanlar da altın kaplamaydı. Yemekleri yapan para işleri ile ilgilenen oydu. Angela’nın babaannesi de obezdi ama annesinden daha genç gösteriyordu. Yemekte üç kadın da vardı. Servisi Angela yaptı. Annesi ile babaannesi yedik mi, yemedik mi diye gözlerini dikip kontrol ettiler. Yemesek kesin çok üzüleceklerdi. Aile obez olduğu için porsiyonları kendilerine göre ayarlamışlardı. “Lütfen az koyun!” dediğimiz halde Türk işi “Yoldan geldiniz, açsınız.” deyip doldurdular.

Evin erkekleri bizimle muhatap olmadılar. Salona bizden sonra geldiler. Şöyle bir selamlaştık. Evin obez oğlunu tanıtmıştım. Bizi yolda araba ile alan kaçık. Evin babası ile bir erkek daha vardı ama o kimdi bilemedik. Daha normalimsi insanlardı.

Sabah da bol tereyağlı, peynirli, lezzetli bir kahvaltı yaptık. Hatta nutella bile vardı. Kocaman çanaklardaki kahveyi, kafamıza dikerek içtik.

Görünüşü farklı ama yürekleri sevgiyle dolu Toglia ailesinden kırk yıllık dost gibi sarılarak, tekrar görüşmek dileğiyle, sevgiyle ayrıldık. Demek ki neymiş? İnsanları bir bakışta değerlendirmeden önce, biraz beklememiz öyle karar vermemiz gerekiyormuş!

Hayatta görüp, görebileceğimiz en enteresan aileydi! Ertesi gün, birbirimize “başta kendimizi korku filmindeymişiz gibi hissettiğimizi” itiraf ettik!

ALPEN TOGLIA-USSEAUX

Alplerin gerçeği olarak dik çıkışla tırmanışa başladık. Tepede İtalyanların, Fransızlara karşı yaptıkları minyatür Çin setti benzeri duvarlar, gözetleme kuleleri, yerle yeksan olmuş kale vardı.

Bu vadilerin hepsinin ayrı ayrı hikayeleri varmış. Andreas anlattı. Not tutmayınca unuttum. Aklımda kalan bu bölgede İtalyanlarla, Fransızların kıyasıya savaştığı!

Öğlen yemeğimizi surların dibinde yedik. Tepede sıkı rüzgar vardı. Karşıki vadinin tepesinde çok farklı, hala kullanılan bir şato gördük. “Sen ayrı dağın şatosusun.” dedik. Vadinin karşı yamacından ona baka baka yolumuza devam ettik. Aşağıya indikçe rüzgar kesildi. Mavi gökyüzü, parlak güneş, yeşil vadi, orman, rengarenk çiçekler kaldı. Gün batmak üzereyken Usseaux’a girdik.

Usseaux hiç tahmin etmediğimiz kadar güzel bir kasabaymış. Masal köyleri gibi bütün evlerin dış cepheleri resimlerle süslenmiş. Meslek sahiplerine ait olan evler, onları anlatmış. Kaldığımız evde yaşamış olan dede marangozmuş. Dış cephede testere ile odun kesen adam resmi vardı. Fırın kapalıydı ama dış cephesindeki resim onu anlatıyordu.

Her yere çiçek ekmişler. Gürül gürül akan çeşmeler vardı. Bayıldık!

Günlerden cumaydı. Kasabada bir sürü yürüyüş grubu vardı.

Kaldığımız tappa üç katlıydı. İkinci katını tappa olarak yaşlıca bir adam işletiyordu. En üst katında kızı, karısı, köpekleri ile yaşıyorlardı. Tuhaf bir adamdı. Emekli olduktan sonra, kendisine miras kalan bu evde yaşamaya başlamışlar. Büyük, büyük babası kasabanın belediye başkanıymış. İyi niyetli gibi görünüp, sürekli laf sokmaya çalışıyordu. Bu arada tappasında kalan ilk Türklermişiz. GTA’da yürüdüğümüze çok şaşırdı.

Akşam, piyanolu, aristokrat bir salonda amcanın karısının hazırladığı lezzetli yemekleri yedik.

Günün özeti: 1.100 m. yükseldik, 1.400 m. indik. 17 km. yürüdük.

Şimdilik, hoşçakalın.

Hayallerinize Dokunmanız Dileğiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir