KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN ŞEHİR ODESA

31.12.2004 saat 23:35

Boş duvarlar her kafadan çıkan sesi emiyor, yok ediyordu. Hiç bir ilerleme kaydedememişlerdi. Titrek mum ışıkları, fenerler etrafı zor aydınlatıyordu. Masha fenerini yakıp, elindeki haritaya ısrarla bir daha baktı. Çocukluğundan beri oyun alanı olarak kullandıkları geçitleri çok iyi tanıyordu. Zihninde bir kez daha hayal etti. Evet tam olması gereken yerde, gemiler koridorundaydılar. Bu gece “Altın Titanik”’i bulacaklar, yeni yılda yeni bir dünyaya adım atacaklardı. Sert bir sesle “Susun, beni dinleyin!” dedi. “Duvarda çizilmiş olan Titanik resmi birinci işaretimiz. Haritaya göre soldaki koridordan ilerlememiz gerekiyor. Kaçırdığımız bir şey var. Herkes gözünü dört açsın. İkinci işaret sağ duvarda, altı köşeli yıldız.”

Gençler bütün gece karanlık koridorları arşınlamış, çok yorulmuşlardı. Yeni yıla dakikalar kalmış, eğlenmek istiyorlardı. İtirazlar korosu Masha’yı etkilemedi. “Son defa duvarları kontrol edeceğim.” dedi. Hızla soldaki koridora doğru ilerledi ve fenerinin ışığı kayboldu.

Bu Masha’yı son görüşleriydi!

Odesa’nın katakompu ile ilgili bir çok şehir efsanesi var. Efsanelerden bir tanesi; 2005 yılbaşı geçesinde Masha isimli genç kızın katakompta kayboluşu. Bazıları kızın bulunamadığını, bazıları da cesedinin iki yıl sonra bulunduğunu iddia ediyor. Ancak polis kayıtlarına geçmiş böyle bir olaydan bahsedilmiyor!

Bir diğer efsane ise; Titanik kazasından (15.04.1912) kurtulan Yahudi bir Ukraynalı kuyumcu ile ilgili. Kuyumcunun 25 veya 30 kg. ağırlığında altından bir Titanik gemisi yaptırdığı, Ekim Devrimi’nde (25.10.1917) kaçmak zorunda kalınca “Altın Titanik”i katakompa sakladığı, 2.Dünya Savaşından sonra dönemediği, çok sonra sakladığı yeri gösteren haritanın bulunduğu, 1970’li yıllarda aranmaya başlandığı ve henüz bulunamadığı anlatılıyor.

KATAKOMP

Aslında katakombun oluşumu Çariçe Büyük Katarina’nın 1794 yılında Osmanlı İmparatorluğundan Hacıbey Kalesini almasıyla başlamış. Çariçe Büyük Katarina Karadeniz’deki ticareti canlandırmak için Hacıbey Limanı yanına yeni bir liman kenti kurulmasını emretmiş ve böylece 225 yıl önce Odesa şehri kurulmuş. Yeni şehrin imarı sırasında bölgedeki hafif, dayanıklı, kireç taşı yataklarından faydalanılmış. Kontrolsüz şekilde açılan maden ocaklarındaki damar bitince, hemen yanındaki damarda çalışmaya başlanmış. Açılan tünellere doğal mağaralar da eklenince şehrin altında bambaşka bir dünya oluşmaya başlamış. Hatta bazı binaların bodrumundaki özel kapılardan buralara iniliyormuş. Zamanla bu yer altı tünelleri şehrin dışına taşarak bir tür katakomp oluşturmuş. Yerin yaklaşık 40 m. altındaki tünellerin tahminen 2.500 km. uzunluğunda olduğu düşünülüyormuş. Haritalandırılması henüz bitmemiş. Hala yeni dehlizler keşfediliyormuş. Paris ile Roma’da bulunan katakomplardan 50 kat daha uzun olan Odesa katakombu dünyanın en uzun yer altı tünelleri olarak biliniyormuş.

Odesa’nın bu karanlık yüzünü görmek bizim önceliğimiz oldu. Müze tarzı bir girişi, hatta bir kaç yerden giriş ve çıkışı olabileceğini düşünerek şehirde bir araştırma yaptık. Fakat kimse tam bir adres vermedi. Haritalarda da gösterilmeyince biz de katakomp turu satın aldık. Saat 14:00’de verilen adrese gittik. Gerçekten bulamadığımız kadar vardı. Kesinlikle müze girişi değildi. Binalardan bağımsız, sıradan, kilitli, demir kapılı bir mahzen girişiydi. Etrafında dikkatinizi çekecek, katakomp olduğunu gösteren hiç bir işaret yoktu. Sadece etrafta bekleyen bir kaç kişi vardı. Tur saatimizde rehber dahil üç görevli geldi. Mahzen kapılarını açtılar. Kask giydirip, hepimize el feneri verdiler. Gruptan ayrılınmaması konusunda bizi uyardılar. Rehber önde, döne döne yer altına inmeye başladık. Kimi yerde basamaklar vardı, kimi yerde yoktu. Zemin yer yer çamurluydu hatta su birikintileri vardı. İçerisinin ısısı 18 dereceydi. Çok fazla rutubet vardı. Tavanları yüksek, koridorlar ferahtı. Rehberimiz havalandırmanın büyük borularla yapıldığını gösterdi. Işıklandırma olmadığından her yer zifiri karanlıktı. Allah’tan elimizde fenerlerimiz vardı.

İlk karşımıza çıkan yer 2. Dünya Savaşında askerlerin, partizanların ve halkın kullandığı sığınaklar oldu. Hapishane, mutfak, revir, oda, tuvalet, banyo olarak kullanılan yerleri gördük. Duvarlarda ise saldırı anında yapılması veya yapılmaması gereken kurallar asılıydı. Halkı yüreklendirmek için yazılan yazılar, sloganlar da vardı. Her yer dönemin zehirli gazlarına karşı kullandıkları gaz maskeleri, silahlar ile doluydu. Bunların yanında 2.Dünya Savaşında Nazilere karşı basılan broşür, bildiri ve gazetelerin matbaasını, radyo yayınının yapıldığı yerleri de gördük.

Tünellerin ileri bir kısmında minik bir göle gittik. Taşların arasından süzülerek geldiği için suyu temiz, içilebiliyordu. Hatta içinde küçük karides gibi canlılar vardı.

Bir ara rehber hepimize fenerlerimizi söndürtüp, bizi bir süre zifiri karanlıkta bekletti. Gözlerimiz karanlığa alıştığında, ufacık bir ışığın içeriyi nasıl aydınlattığını göstermek istediğini açıkladı. Hiç bitmeyecek gibi gelen karanlıktan sonra fenerini eliyle kapatarak ışığı açtı. Bulunduğumuz yere güneş doğdu sandık. Her yer pırıl pırıl aydınlandı. O dönemde insanlar çok küçük ışıklarla bulundukları yerleri aydınlatmış, çok sıkıntı çekmişlerdi.

Katakompta ilerlerken bir oyukta kelepçelenmiş bir manken gördük. Bunun üzerine rehber bize 1870’lerde kız çocuklarının ve genç kızların kaçırılıp katakompta tutsak edildiklerini sonrasında Türkiye, Arabistan veya Mısır’a köle olarak satıldıklarını anlattı.

Ağzımız açık bir şekilde yürümeye devam ederken karşımıza birden masalar ile üzerlerinde laboratuvar düzeneklerinin olduğu bir salon çıktı. Rehber bu sefer, zamanında katakompta yasa dışı uyuşturucu yapıldığından ve alkollü içki imal edildiğinden bahsetti.

İşin özü katakomp ilk olarak köle ticaretinde, daha sonra 2.Dünya Savaşında kullanılmış. Savaştan sonra ise katakompa mafya yerleşmiş. Şöyle ki, normal bar görünümündeki yerlerden özel kapılarla katakompa iniliyormuş. Silah kaçakçılığı, kumar, uyuşturucu, fuhuş, cinayet her türlü yasa dışı işlem için kullanılıyormuş. Barın kapısında bekleyen görevlinin çaktırmadan sorduğu parolaya yanlış cevap verildiğinde ya da bara girenlerden şüphelenildiğinde içeriye bir düzenek yardımı ile haber verilip kapılar kapatılıyormuş.

Bir yandan yürüyor bir yandan da rehberi dinliyorduk ki bana göre katakompun en ilginç yerine, gemiler koridoruna ulaştık. Duvarlarda yer alan gemi çizimlerinin içinde en ilginç olanı Titanik’in batışını anlatan resimdi. Dikkatlice duvarı incelerken bu çizimin “Altın Titanik” efsanesinin oluşmasına öncülük ettiğini düşündüm. O yüzden rehberden dinlediğim “Masha” ve “Altın Titanik” efsanelerinden kurguladığım bir hikaye ile de yazıma başladım.

Son olarak toplu yemek yiyip sosyalleşilen, duvarlarında renkli resimlerin olduğu büyük salonda bize çay ve bisküvi ikram edildi. İki saat süren turumuzda 2.500 km.lik tünellerin çok az bir kısmını gezebildik. Gördüklerimiz, öğrendiklerimiz bizi göremediğimiz yerler konusunda daha fazla meraklandırdı. Rehbersiz gezinin mümkün olmadığı katakompun, umarım en kısa zamanda haritası çıkarılır ve daha başka yerleri de ziyarete açılır.

ŞEHİRDE GEZİNTİ

Odesa’nın altı kadar üstü de çok güzel. Geniş ferah caddeleri, birbirinden güzel yeşil parkları, eski taş binaları, heykelleri ile insana huzur veriyor. Derybasivska Caddesi şehrin ana damarı. Trafiğe kapalı olan caddenin bir tarafında “City Garden/Şehir Parkı” var. Parkın bitiminde sağlı sollu kafeler, mağazalar bulunuyor. Geceleri müzik ve gösteri yapan sokak sanatçıları caddenin müdavimlerinden. Caddenin liman tarafındaki bitimine çok yakın bir park daha var. Stambulskyi Park yani İstanbul Parkı. Odesa ile kardeş şehir olan İstanbul’un, kardeşliklerinin 20.yılı anısına İstanbul Belediyesince yapılmış. 26 Mayıs 2017’de törenle açılmış. Şehrin ünlü bir parkı değil, fakat Türkiye’yi tanıtması açısından önemli.

POTEMKİN MERDİVENLERİ

İstanbul Park’ın biraz ilerisinde Odesa’nın meşhur merdivenleri bulunuyor. Limanı şehre bağlayan bu yolda önceleri tahta merdivenlerden yapılan bir patika bulunuyormuş. Şimdiki merdivenler ise 1837-1841 yılları arasında inşa edilmiş. Toplam 200 basamaktan oluşuyormuş fakat liman inşası sırasında 8 basamak toprağa gömülmüş. Artık 192 basamaktan oluşuyor. Merdivenlerin inşasında optik illüzyon yöntemi kullanılmış. Aşağıdan yukarıya bakıldığında sürekli yükselen basamaklar, yukarıdan aşağıya bakıldığında ise basamaksız sahanlıklar görülüyor. Resmi adı; Primorsky Cadde’sinin bitiminde olması nedeniyle Primorsky Merdivenleri’ymiş. Ününü ise 1925 yapımı “Potemkin Zırhlısı” adlı bir sessiz filme borçlu. Gelmiş geçmiş en önemli sinema yönetmenlerinden biri olan Sergei Eisenstein’in 1905 yılında merdivenlerde yaşanan Potemkin İsyanını anlattığı kült filmi sonrasında merdivenlerin ismi “Potemkin merdivenleri” olarak anılmaya başlanmış. Gerçekten çok güzel ve bir o kadar da acı bir tarihi var. Unutmadan, eğer merdivenleri çıkmakta zorlanırsanız hemen yanında füniküler var. Onu da kullanabilirsiniz.

LİMAN

Merdivenlerin bitiminde liman başlıyor. Buradan tekne turu satın alabilir, sahilleri bir de denizden görebilirsiniz. Liman yolunun tam ortasında karşınıza “Altın Çocuk” heykeli çıkıyor. Metalik siyah bir yumurtayı kırarak dışarı çıkmaya hazırlanan metalik bir çocuk heykeli. Adının içindeki “Altın”ın pırıltısı maalesef heykelde kullanılmamış. Çocuk, altın çağının başlangıcını sembolize ediyormuş. Bence azıcık çirkin, karanlık bir heykel. Önemi ise ayağına dokunanların seyahatlerine devam edecekleri, yapacakları seyahatlerin çok iyi geçeceğine inanılıyormuş. Hal böyle olunca biz de acilen dokunduk. Ne olur, ne olmaz! “O kadar yol yapmışız, ayağımıza gelen kısmeti tepmeyelim.” dedik.

OPERA

Sıra geldi şehrin en değerli mücevheri Odesa Ulusal Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu binasına. 1810 yılında yapılan bina, 1873’de büyük bir yangın geçirmiş. Avrupa’nın en güzel Opera Binalarından biri olarak kabul edilen ve Neo Barok tarzında inşa edilen bugünkü bina ise 1887’de tekrar kapılarını açmış. Dışarıdan baktığınızda değerli taşları ile kraliyet tacına benziyor. Etrafı parklarla çevrili. Akşamları parkın havuzunda renk ve su gösterisi yapılıyor. Binanın içi Fransız rokoko stilinde dizayn edilmiş. 5 katlı binaya at nalı şekli verilerek nefis bir akustik sağlanmış. Hem salonunda hem de en üst balkonunda aynı zevkle oyunları izliyorsunuz. Çok geniş bir sanatçı kadrosu olan Opera’da, Odesa’da kaldığımız her gece bir başka temsil izledik. Bazı temsiller protokollü olabildiğinden Opera’ya giderken resmi giyinmemiz gerekiyordu. Kapıda giysileri kontrol edip, uygun olmayanları temsile almadıklarına şahit oldum. Böyle bir sorun yaşamamak için yabancı ülkelerdeki temsillere mutlaka siyah pantolon, gömlek ve topuklu ayakkabı ile gitmeye önem veriyorum.

KAÇIRMAYIN

Şehirde birbirinden güzel müzeler var. Fine Arts Museum (Güzel Sanatlar Müzesi), Arkeoloji Müzesi, Museum of Modern Art (Çağdaş Sanatlar Müzesi), Puşkin Müzesi ziyaret edilmeyi fazlası ile hak ediyor. Parklarla süslenmiş, mevsimine göre denize girebileceğiniz plajları da unutmamak gerek. Arkadia Plajı gündüz denize girip, gece de barlara dönüşmesi ile popüler. Özellikle burası gece hayatının merkezi.

AKKERMAN KALESİ

Odesa’nın farklı bir tarihi dokusunu oluşturan Akkerman Kalesi, şehirden 85 km. uzaklıkta. Ciddi bir restorasyondan geçmiş. Araba ile gidebileceğiniz gibi şehir merkezinden kalkan minibüslere de binebilirsiniz. Biz Akkerman veya Bilhorod kasabasına minibüsle bir buçuk saatte ulaştık. Küçük, sevimli kasabanın içinden yürüyerek kaleye vardık. Kale, Dinyeper Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü noktada 13. yy.da Moldovyalılar tarafından yapılmış. O dönemde amaçları ticaret gemilerini kontrol etmekmiş. Daha sonra Ceneviz, Osmanlı ve Ruslar arasında defalarca el değiştirmiş. Tarih boyunca da kalede yaşam devam etmiş. Bu sebeple kale, dünyanın en eski 10 şehrinden biri olarak tanımlanmış, bölge de UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Hatta Evliya Çelebi bile gelip kaleyi seyahatnamesinde anlatmış.

Kale hakkında biraz bilgi verdikten sonra sıra geldi içini gezmeye. Kale üç kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, nehirden ve denizden gelen ticaret gemilerinin durağı olan liman. Liman bitiminde de kale surları yükseliyor.

İkinci kısım kalenin karadan girişinde yer alan sivil halkın kullandığı geniş yaşam alanı, üçüncü kısım ise askeri garnizon. Evliya Çelebi bu kısımları “Kale içinde tam 1.500 tahta şendire örtülü mamure evler vardır. Asla kiremit örtüleri yoktur. Bir Sultan Bayezid Camii vardır ki, bir minareli ferahlık veren camidir. Aşağı küçük hisarda bir küçük hamamcığı vardır. İç kalesi Galata Kulesi 4 adet ibret verici kuledir….”.” diye tasvir etmiş.

Ancak bu tasvirden minare gövdesi dışında bir şey kalmamış. Yerinde yeller esen caminin sadece minare gövdesinin günümüze kadar gelmesi bize buranın geçmiş dönemde gözetleme kulesi olarak kullanıldığı hissini verdi. Bu kalıntının minare olduğuna dair herhangi bir levha bulamadık. Akkerman Kalesi’ni araştırmadan gitseydik biz de bu sütunu fark edemeyebilirdik. Şimdi surların çevrelediği ikinci kısımda dümdüz bir boşluk, minare, turistik amaçla tarihi dokuyu bozmadan yapılan birkaç kafe ile satış standları bulunuyor.

İç kale askeri garnizon olarak kullanılıyormuş. Evliya Çelebi’nin anlattığı dört kule duruyor. Bu alan; silah ve mühimmatların saklanmasında, tutsak ve suçlular için zindan; komutanın ve askerlerin yaşam alanları olarak kullanıyorlarmış. İç kalede Osmanlı’dan ya da diğer uygarlıklardan pek bir iz kalmamış. Sanki hiç yaşanmamış, uğruna kan dökülmemiş gibi!

Karadeniz’deki incisi Odesa’nın  güzellikleri yazmakla bitmiyor. Operası, müzeleri, denizi, kalesi, Potemkin merdivenleri, efsanelere konu olan katakombu ve daha birçok güzellikleriyle sizleri bekliyor.

Hayallerinize Dokunmanız Dileğiyle…

Okumaktan yorulup, dinlemek isteyen dostlara bol görselli videomuz yayında,

Keyifli seyirler dileriz!

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir