PERU YOLLARINDA 7/B (KLASİK İNKA YÜRÜYÜŞÜ 2)

ÜÇÜNCÜ GÜN

Bütün gece yağmur yağdı. Kalktığımızda hala devam ediyordu. Hatta çadırımız biraz su almış, uyku tulumlarımızın ayakucu ıslanmıştı. Başka da zarar ziyan yoktu. Yağmurluklarımızı giyip doğruca yemek çadırına gittik. Güzel bir kahvaltıdan sonra 7:30’da yoldaydık. Yine sıkı bir gün bizi bekliyordu.

Yürüyüşe yağmur ve sisle başladık. Vadilere dolan sis yemyeşil bitki örtüsünün içinde bulut denizi oluşturmuştu. Kendimizi Kaçkarlar da zannettik. Dağların tepesi ise bembeyaz olmuştu. Anladık ki bize yağmur yağarken yükseklere de kar yağmış.

Yolumuz kraliyet yolu olduğu için patikaya döşenen taşlar sanki daha bir özenliydi. Eee kolay mı? Kutsal şehre doğru yol alıyorduk. Şimdiye kadar kullandığımız patikaların bir kısmı toprak, bir kısmı taşlık, bazı yerleri de taş döşeliydi. İnkalar Machu Picchu’yu korumak adına patikaları da tahrip etmeye çalışmış. Cusco’dan ve İspanyollardan yeterince uzak olduğunu düşünerek mi yoksa tahrip edecek zamanları olmadığından mı bilmiyorum ama bundan sonraki patika düzgündü. Patikanın düzgün oluşu, yağmurlu günde bize konforlu bir tırmanış yaptırdı.

RUNCURACAY

Bugün ilk olarak Runcuracay arkeolojik sit alanına ulaştık.

İnkalar yazıyı kullanmadıkları için mesajları veya balık gibi çabuk bozulacak yiyecekleri ulaklar aracılığıyla taşıyorlarmış. Küçük yaştan itibaren eğitilen kişiler, aldıkları haberleri ya da paketleri belli aralıklarla koşarak bayrak yarışı gibi iletiyorlarmış. Bilginin son noktaya hatalı ya da eksik iletilmesi büyük suçmuş. Henry’nin anlattığına göre, burası da karşıdaki Ölü Kadın Geçidinden geçerek daha kısa, dik bir patikadan gelen ulakların dinlenme yeriymiş. Aynı zamanda bizim yürüdüğümüz patikayı kullanarak Macchu Picchu’ya gidenler ya da dönenler de konaklıyormuş.

Sit alanını arkamızda bırakarak yeşil sulak ormanın, renkli çiçeklerin, şelalelerin eşlik ettiği patikadan tırmanmaya devam ettik. Yer yer kırılan ve bakımsızlaşan merdivenleri kullanarak yürüyüş rotamızın ikinci en yüksek noktası olan 4.000 m.deki Runcuracay geçidine ulaştık. Yağmur da hızını kesmişti. Geçidi aştıktan sonra inişe başladık. Göllerin, derelerin yanından giden patika sisli dağ manzaralarına eşlik ediyordu.

SAYAQMARKA

İlerde İnka kalesi Sayaqmarka bizi bekliyordu. Taştan yapılan kalenin, tek kişinin tırmanabileceği genişlikteki dik merdivenlerinden içeriye girdik. Dört, beş kattan oluşan teraslanmış kalenin en üst katında askerler, diğer katlarında gelen misafir, halk, din adamları ve kraliyet ailesinin kalacağı odalar ile tapınak bulunuyordu. Tapınağın içinde ise doğal bir kaya vardı. Henry’nin anlattığına göre; İnkalar tapınaklarında özellikle böyle doğal dağ tepeleri tercih ediyormuş. Bunun yanında İnkalar binalarda şimdiki gibi kapı kullanmıyormuş. Ağır kumaş ya da deriden yapılan örtüler kapı gibi kapatmak için kullanılıyormuş. Örtülerin asılması için yapılan oyukları dikkatle incelerken Henry bize aydınlatma için kullanılan nişleri de gösterdi. İnka kalesindeki gezimizi tamamlayıp yola devam ettik.

Kalenin biraz ilerisinde şerpalar yemek çadırını kurmuş bizi bekliyorlardı. Hem yorulmuş hem de acıkmıştık. Çok lezzetli yemeklerimizi yeyip, biraz dinlendikten sonra yola devam ettik. Yağmur da kaldığı yerden şiddetini arttırarak tekrar başlamıştı. Yeşil ormanların arasındaki patikalardan ine çıka zorlu yolculuğumuza devam ederken İnkalarla ilgili ilginç bir şey daha öğrendik.

Yürüdüğümüz patikanın uçurumla birleştiği noktada kayayı oyarak tünel yapmışlar. Patikayı tünelin içinde merdivenler ekleyerek devam ettirmişler. Henry, İnkaların And dağlarının sarp coğrafyasında pek çok yerde tüneller, köprüler yaparak yerleşim yerlerine en kısa yolları oluşturmaya çalıştıklarını, ülke genelinde bu yolların 40 bin km. civarında kara yolu ağı oluşturduklarını anlattı. Ama hangi alet edevatla aklımız almadı?

KAMP ALANI

Yaklaşık üç saat sonra Phuyupatamarca’da bulunan kamp alanımıza ulaştık. Artık bir klasik olan şerpalarımızın alkışlarıyla bugünkü parkurumuzu tamamladık. Burası da ortak kamp alanıydı, çadır kent kurulmuştu. Sıkıntı şu ki maalesef tuvalet yoktu. Fakat şerpalar bizim için taşınır tuvalet getirmişlerdi! Gözlerimize inanamadık. Meğerse bizim bildiğimiz şeylerin dışında ocak tüpü, tuvalet, oksijen tüpü gibi ihtiyaç duyulabilecek birçok şey taşıyorlarmış.

PHUYUPAMARCA

Şerpalar akşam yemeğimizi hazırlarken biz de fırsattan istifade boş vaktimizde tepeden gördüğümüz Phuyupamarca antik şehrine gitmek üzere yola koyulduk. Oldukça dik ve yüksek merdivenlerden yağmur altında indik. Şehrin girişinde teraslanmış altı tane çeşme vardı. Çeşmelerden su akıyordu. Gözlerime inanamadım. Aradan geçen bu kadar zamana rağmen hala aktif olarak kullanılabiliyordu. Henry, hemen bizi bilgilendirdi. İnkalar için su kutsalmış, bu çeşmelerden kurak zamanda da sulak zamanda da aynı yoğunlukta akarmış, burası kutsal su alanıymış.

Su alanı olduğu gibi yaşam ve tapınak alanı da bulunan Antik şehrin etrafında üretim yapmak için teraslar oluşturulmuş. Yağmur yağdığında teraslardaki fazla su özel bir drenaj sistemiyle bir altındaki terasa akıyor, suyun verimli toprağı alıp gitmesi engellendiği gibi emilerek toprağın beslenmesi sağlanıyormuş. Böylelikle dağlık alanda bol üretim yapılabiliyormuş.

Manzarası müthiş olan bu antik şehri arkamızda bırakarak, beş çayına yetişmek üzere kamp alanımıza geri döndük. Oldukça zorlu bir gündü. Yağmur altında 3.600 m. den 4.000 m.ye tırmanıp, tekrar 3.600 m.ye indik, 8 saatte 12 km. yol yaptık.

Beş çayımızı içerken yağmur dindi. Hava açılmaya, bulutlar dağılmaya başladı. Kamp alanımızın arkasında bulunan yamaçtan karşıdaki vadiler pırıl pırıl görülüyordu.

Manzara müthişti! Machu Picchu oradaydı hemen karşımızda. Gün batımı da şansımıza çok güzel oldu. Keşke gün batmasaydı, sonsuza kadar orada oturup manzarayı seyredebilseydik! Zamanı durdurma şansımız olsa kesin orada kullanırdık.

Akşam yemeğinden sonra çadır kent halkı olarak hep birlikte uykuya yattık ve mutlak sessizliğe gömüldük.

DÖRDÜNCÜ GÜN

Hep birlikte kuş sesleriyle erkenden kalktık. Bugün büyük gündü. Güneş kapısından geçip Machu Picchu’ya ulaşacaktık. İçimiz pır pır hedefimize ulaştığımız için sevinelim mi? Yoksa bu inanılmaz yolculuk bitiyor diye üzülelim mi? Bilemedik.

Kahvaltıdan sonra pırıl pırıl bir havada yürüyüşe başladık. Yeşilin binbir tonunu görmek inanılmazdı. Yürüyüşümüzde bir dağdan diğer dağa geçiyor ya da dağın diğer yüzünde yürüyorduk. Fakat sanki başka bir coğrafyaya geçmişiz gibi bütün çicekler, böcekler manzara değişiyordu. Dördüncü günümüz olduğu halde hala manzaraya şaşkınlıkla bakıyorduk.

Patikada dik merdivenlerden inerek ilerledik. yolumuzun üzerinde bol miktarda kelebek, çiçek ve lama vardı.

İNTİPATA

Bugünkü ilk İnka arkeolojik alanı İntipata oldu. Adının anlamı “Güneşin Şehri”ymiş. Urubamba Nehrine tepeden bakan İntipata tesadüfen keşfedilmiş. Teraslar açılırken beş tane de ev harabesi bulunmuş. O yüzden burasının ulakların ve gezginlerin dinlenme yeri olan bir tarım köyü olduğu düşünülüyormuş. Henry, köy hakkında bilgi verdikten sonra ürünlerin toplanıp saklanma yerleri ile tapınağı da gösterdi.

SEREMONİ

Hep birlikte tapınağa gittik. Doğuya dönerek diz çöktük. Henry çantasından büyük babasından kalan kutsal örtüsünü açtı. Hepimize üç tane koko yaprağı verdi. İki elimizle yaprakları yonca şeklinde saplarından tutarak Pachamama’ya teşekkür edip, bir tür meditasyon yaptık. Sonra elimizdeki koko yapraklarını örtünün içerisine koyup , bohçaladık. Bohçanın üzerine, etrafına koko yaprakları döktük. Dualarımız bittikten sonra Henry bohçayı katlayıp çantasına aldı ve yolumuza devam ettik.

Yarım saat sonra öğlen yemeği yiyeceğimiz kamp alanımıza gelmiştik. Yemek çadırımız hazırdı. Henry “Çantalarınızı bırakın, sonra yemek yiyeceğiz” dedi.

WİNAY WAYNA

Biraz ilerde Winay Wayna arkeolojik alanı yazıyordu. Bu seferki büyük bir İnka kasabasıydı. Yine güneye bakan terasları vardı. Görünen o ki buralarda yüzlerce çeşit bitki üretilmiş. Herhalde terasların hemen yanında bulunan Winay Wayna şelalesinin sularıyla sulamışlar. Kutsal su kültünü burada da kullanmışlar. En üst kısmında büyük bir tapınak, ortasında konut harabeleri olan terasların, karşıdan manzarası müthişti. Büyük incelikle yapılan teraslar, evler… nasıl yapılmış da hala ayakta kalabiliyor? İnanılır gibi değil!

Geçmişe yaptığımız bu küçük yolculuktan sonra öğlen yemeği için çadıra döndük. Mario bizim için son defa yemek yapmıştı. Bütün yemeklerin adını, tariflerini almıştım ama not defterimi Buenos Aires’te çantamdan çaldılar. O yüzden maalesef yazamıyorum. Yemeklerimizi yeyip, Mario ve diğer şerpalarla vedalaştık. Onlar için tur bitmişti. Evlerine dönüyorlardı. Bizim ise daha inişli çıkışlı sıkı bir yolumuz vardı. Sık ormanın içindeki patikamız kelebekler, çiçekler, kuş sesleriyle devam ediyordu. Pembeli, kırmızılı çiçekler her yerde insanın içini ısıtıyordu.

Birden fark ettim ki bu kırmızılı, pembeliler begonya. Hani bizim cam önlerinde büyük ihtimamla saksılarda yetiştirmeye çalıştığımız begonyalar. Burada ağaçlarla otların birbirine dolanıp toprakta nefes almaya yer kalmamış noktalarında, ite kaka kendilerine zorla yer bulmuş bir de çiçek açmışlar. Gözlerime inanamadım! Rahmetli babaannem asma begonyaları ne çok severdi. Gözlerinin içine bakar, sularına, güneşine dikkat ederdi. Kuvvetlendirmek için toprağını değiştirirdi. Yine de küf hastalığına yakalanır ölürlerdi. Şimdi babaannem bunları görse herhalde en az benim kadar şok olurdu.

Aptal begonyalara verip veriştirirken, havanın sıcaklığını, sivrisinekleri fark edemedim. Patikamız da inanılmaz dikleşmişti. Neredeyse iki basamak yüksekliğindeki taş basamaklardan ıkına sıkına çıkıyorduk. Tepede sütunlu bir yapı görünüyordu.

GÜNEŞ KAPISI (İNTİPUNKU)

 

Tam tepeye ulaşırken Henry durdu. “Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?” diye sordu. Biz de her zamanki şaşkınlığımızla “Bilmiyoruz. Neredeyiz?” dedik. “Güneş kapısındasınız” dedi. Sonra kamerayı alıp kapıdan geçişimizi, ilk şokumuzu kayıt altına aldı.

Güneş kapısı Machu Picchu’nun en önemli yerlerinden biri. Güneydoğuya bakan kapının, şehrin ana girişi olduğu tahmin ediliyor. Üzerindeki eşyalarla bir lamanın geçeceği genişlikte. Machu Picchu’yu en güzel görebileceğiniz seyir noktası. Tahmin edebileceğiniz gibi bizim için şok bir görüntü oldu. Epey seyredip hazmettikten sonra klasik İnka yürüyüşümüzde kalan son metreleri de yürümek için tekrar yola koyulduk. Patikamız çok düzgün taşlardan yapılmıştı. Yolumuzun üzerinde çok sayıda Pachamama yani Toprakana ya da Anadolulu Tanrıça Kibele için yapılan tapınaklara rastladık.

SEREMONİ

Henry, yolumuzun üzerindeki bir açık hava tapınağında bizi durdu. Dedesinin kutsal örtüsünü açtı. İçinde bulunan bize ait üç koko yaprağını verdi. Hepimiz tapınağın taşlarına diz çöküp tekrar Pachamama’ya teşekkür edip, dileklerimizi iletip önümüzdeki taşlara koko yapraklarını bıraktık. Uçmasın diye de üzerine minik taşlar koyduk. Tören böylece bitti. Ne diyelim? Allah kabul etsin!

Yolumuzun üzerindeki diğer tapınaklarda da oturmuş meditasyon, yoga yapanlara rastladık. Herkes kendince kutsal mekanın enerjisinden faydalanmaya çalışıyordu.

Sonunda İnkaların kutsal şehrine ulaşmıştık! Klasik İnka yolumuzu tamamlamış. 800 m. inip 8 saatte 16 km. yürümüştük.

Dolu dolu sıkı bir yürüyüş yaptık.

Machu Picchu’da buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın.

Hayallerinize Dokunmanız Dileğiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir