Şili Gezi Günlükleri 9 Chiloe Adası

Şili’de büyücüler ülkesi Chiloé Ada’sında hayallerimize dokunmaya devam ediyoruz.

Ada’ya Geçiş

Bu ilginç adaya yapacağımız tur için saat 8:00’de tüm katılımcılar hazırdık. Minibüsümüze atlayıp Parqua Limanı’na geçtik. Şanssızlık! Hava kapalıydı hatta gece yağmur yağmış hala da hafif hafif çisenti şeklinde yağmaya devam ediyordu.

 

Limana ilk gelen arabalı vapura bindik ve teknemiz hareket etti. Aslında mesafe yakındı, 20 dk. içinde Chacao Limanı’na ulaştık. Liman adanın “0” noktası. Her yerin mesafe ölçümü buradan yapılıyormuş. Bizdeki gibi bütün yollar Roma’ya çıkmıyor yani. Fotoğraf çekimlerini tamamladıktan sonra aracımıza atlayıp yola koyulduk.

Tarihi

Tam adı Isla Grande de Chiloé olan ada Şili’nin en büyük adası ve kendisine bağlı 30’dan fazla küçük adası var. Adanın ismi Mapuche dilinde “Chillwe Martıların Yeri”’ anlamına geliyormuş. İspanyol işgaline kadar bölgede Mapuche halkının bir alt kolu olan Hulliche halkı yaşıyormuş. 1567 tarihinde İspanya adına adayı fetheden Kaptan Martin Ruiz de Gamboa buraya Neuva Galiçya adını vermiş. Ama benimsenmemiş onun yerine Chillwe’den türetilen Chiloé adı kullanılmış ve ilginçtir Şili halkı kendilerine Şilili anlamına gelen Chileno dedikleri halde ada halkını ayırarak Chilote demekte.

Ecological Park and Chiloe Mitológico

Bu genel bilgilendirmeden sonra yola devam edelim. Turumuz bizi basit ama ilginç bir yere getirdi. “Ecological Park and Chiloe Mitológico” yani Chiloe Mitolojisini anlatan ekolojik bir parka. Burası adada yaşayanları en iyi anlayacağınız yerlerden. O zaman, İspanyollar gelmeden önce adada izole bir şekilde yaşayan pagan halkın şaşırtıcı efsanelerini anlatmaya başlayalım.

Büyücülük Tarikatına Giriş

En ünlü Chilote Mitolojisi, halkın yüreğine korku salan büyücülük tarikatının bebekleri kaçırması, büyü yapması ve halkı lanetlemesi. Tarikata girmek ve şeytanla anlaşma yapmak isteyen, ilk önce Tanrı’yı reddederek 40 gün bir şelalenin gizlediği mağarada kalıp ruhunu suyla arındırıyormuş. Sonra akrabalarından birini öldürüp derisinden bir çanta dikiyor ve giriş ritüelleri bittikten sonra şeytanın kendisine verdiği büyü kitaplarını bu çantada taşıyormuş. Tabi büyücü olmak bu kadar basit değilmiş, daha bir sürü ritüelden geçiyormuş.

Büyücü olduktan sonra yeni doğan bir bebeği çalıp sağ bacağını kırıp, sırtını kamburlaştırarak sürünecek halde sakat bırakıyor, dilini parça parça kesip konuşamadan homurtu çıkartabilecek hale getiriyormuş. Büyüyünce de kendisine köle yapıp yaşadığı mağarayı onun korumasına bırakıyormuş. Bu kölelere de İmpuche adı veriliyormuş.

Büyücülük Tarikatı

Büyüler ve büyücülerle ilgili daha bir sürü tuhaf inanışları varmış. Ve halk büyücülerden çok korktuğu için herhangi bir kötülükle karşılaşmamak için büyücü tarikatına yıllık ücret ödüyorlarmış.

İspanyollar gelip, adayı kolonileştirmeye ve misyonerlik yapmaya başladıktan sonra bu faaliyetler büyük ihtimal daha da gizli hale gelmiş. En son 1880 yılında adada 20 yıldır süre gelen bir dizi garip zehirlenme, yaralanma, ölüm olaylarını büyücülük tarikatının gerçekleştirdiği iddia edilmiş. Bu kapsamda tarikata üye olduğuna inanılan 100 kişi, “halkı tehdit ederek haraç toplama, cinayet…” gibi bir dizi suçlama ile Ancud Şehri’nde yargılanmış. Tutuklananların, merkezi Quicavi Köyü’nde bulunan tarikat hakkında verdikleri bilgiler şaşırtıcıymış. Ancak doğruluğu ispatlanamadığından bir kısmı serbest bırakılmış, bir kısmı hapse mahkum edilmiş. Böylece tarihteki en son cadı davası da son bulmuş. Halen büyücülerin ve tarikatlarının varlığına inanan, onların ayinlerine şahit olduklarını söyleyenler varmış.

Mitolojik Canlılar

Büyücüleri anlattığımıza göre sırada mitolojik canlılar ve olaylar var.

Bunun için İnka dönemine bir bakalım. İnkalar Maule Nehri’nin Pasifik Okyanusuna döküldüğü yerden itibaren İmparatorluklarının bittiğine ve bundan sonra bilinmeyen bir dünyanın başladığına inanıyormuş. Nehrin güneyinde gizemli, karanlık bir yer olduğunu korkunç yaratıkların, cadıların yaşadığını düşünüyormuş. Balta girmedik ormanların yer aldığı bölge, dış dünyadan uzun süre etkilenmemiş. Adada farklı bir kültür oluşmuş. Sislerin içinden çıkan canavarlar, denizden gelen yaratıklar, ormanda yaşayan korkunç hayvanlar gibi şaşırtıcı mitolojik hikayeler kulaktan kulağa günümüze kadar anlatılmış. İşte onlardan bir kaç tanesi;

Camahueto : Alnının ortasında tek boynuzu olan buzağı suratlı bir yaratıkmış. Boynuzlarından bir parça toprağa ekilirse çoğalabiliyormuş. Boynuzlarının büyülü özellikleri varmış. Hastalıkları iyileştiriyormuş.

Yeryüzü Tanrısı Ten Ten Vilu ve Okyanus Tanrısı Cai Cai Vilu, en önemli tanrılarıymış. Birbirleriyle sürekli didişmeleri kimi zaman depremlere, kimi zaman da tsunamilere sebep oluyormuş.

Mitolojik Hikayeler

Denizde kaybolmuş, boğulmuş denizcilerin ruhlarını toplayan ve ışığıyla görenleri kör eden gemi El Caleuche ve ruhları gemiye taşıyan kayıkçı El Caballo Marino’dan da bahsetmeden bu faslı bitiremeyeceğim.

Hayalet Gemi, El Caleuche boğulmuş denizcilerin ruhlarını toplarken sahile vuranların ruhlarını ise kayıkçı El Caballo Marino gemiye getiriyormuş. Ruhlar bunun için kayıkçıya değerli bir taş vermek zorundaymış. Aksi takdirde ruhların sonsuza kadar sahilde kalacaklarına inanılıyormuş.

Hala balıkçılar geceleri okyanusta sislerin arasında müzik ve neşeli sesler kahkahalar duyuyormuş.

Yeryüzü ve Gökyüzü Tanrıları her uygarlıkta var. Fakat bakar mısınız? Dünyanın başka bir ucunda nasıl bir inançla karşılaştık. Yunan mitolojisinde kayıkçı Kharon ölenleri Hades’in ülkesine götürmek için ruhlardan para alırmış. Bu yüzden ölüler, gözlerine para konularak gömülürmüş. Nerden nereye demeden edemeyeceğim.

Ancud

Bu tuhaf yaratıklarla dolu parkı gezdikten sonra adanın eski başkenti Ancud’a doğru yola çıktık. Ancud, okyanusun azgın dalgalarından korunan doğal bir körfezin ağzına kurulmuş. Bu doğal liman, koloni döneminde İspanya’ya ürün taşıyan gemiler için önemli bir konaklama noktası olmuş. Hal böyle olunca da korsan ve düşmanların saldırılarına maruz kalmış. Körfez girişine yaptıkları kalelerle şehir ve limanı korumuşlar. Bizim de şehirde ilk durağımız Fuerte Real San Antonio kalesi oldu. Yolda sıkı bir yağmur başlamıştı. Kaleye geldiğimizde hafiflemiş fakat yağmaya devam ediyordu.

San Antonio Kalesi gördüğümüz kadarıyla denizden gelecek saldırılara karşı topların mevzilendirildiği bir savunma kalesiydi. Bakımlı, temiz ve güzel bir okyanus manzarası vardı.

Kaleyi gezdikten sonra şehir merkezine indik. Sisli, yağmurlu havada her yer gri renk almıştı. İlk durağımız 1960 yılında Büyük Şili depreminde yıkılan Ancud Cathedral’i oldu. Yeni yapılan kathedralin içinde yağmurun dinmesini bekledik ama nafile yağmur bize göz açtırmadı Hal böyle olunca şehrin göbeğindeki Plaza de Armas’ı da şöyle bir gezip, yemek için Dalcahue’ye gittik.

Şili Lezzetleri

Şehri gezmeden önce deniz kıyısında bulunan restoranda yemek yedik. Menüde çok çeşitli geleneksel Şili lezzetleri vardı. Sinan, adanın geleneksel yemeklerinden olan Curanto’yu tercih etti. Curanto’nun pişirilişi bizdeki kuyu kebabının pişirilişine benziyor. Ateş yakılan kuyunun, taşlarının üzerinde istiridyelerin, tavuk, et, patatesle birlikte buharda pişirilmesiyle hazırlanıyor.

Bilmediğim lezzetleri denemek bana çok zor geldiğinden, damak tadımıza uygun olan somonu tercih ettim. Gerçekten lezzetliydi. Sinan’ın yemeği için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. “Önüme gelen yemek hem çok fazlaydı hem de fazla karışıktı. Zaten büyük bir kısmını yiyemeden bıraktım. “

Dalcahue

Yemek bittiğinde yağmur da dinmişti. Her an başlayabilir diye acele Dalcahue’yi gezmeye başladık. Kıyıdan yürüyerek yerel el sanatlarının tanıtım ve satışının yapıldığı bir yere geldik. Feria Artesanal de Dalcahue’ye ulaştık. Burası doğal boyalarla renklendirdikleri yünlerden tığ ve şişlerle ördükleri battaniye, panço, şapka gibi giysilerden tutun da oyuncaklara kadar pek çok ürünün satışının yapıldığı bir Pazar yeriydi.

Hemen arkasındaysa küçük şehrin meydanı Plaza de Armas vardı. Yeşil parkta dikkatimizi çeken ülkedeki olaylar nedeniyle üzüntülerini temsil etmek için direğe siyah bayrak çektikleri oldu. Zaten adada kaldığımız süre içinde bu bayrak haricinde halkın herhangi bir protesto eylemine rastlamadık.

Meydana konumlanan Dalcahue Kilisesi’nin (Iglesia de Nuestra Senora de los Dolores de Dalcahue) uzun adı Kederli Meryem Anamız Kilisesi. 1858 yılında inşa edilen kilise, sömürge döneminden yapılan 16 önemli kiliseden biri.

Adanın Kiliseleri

  1. ve 18. yy.da Hristiyan misyonerler ve halk tarafından inşa edilen bu kiliselerin 2 önemli özelliği var.

1) Tamamen ahşap olan kiliselerin çatıları ters gemi omurgası şeklinde inşa edilip, sonra üçgen olarak kaplanmış.

Yani mimari tarzı olarak Avrupai olarak yapılmaya çalışılsa da yerli halkın beceri ve geleneklerinin kaynaşması ile oluşan Mestizo kültürünün en iyi örneklerinden olması.

2) 1608 yılında ilk gelen misyonerlerin her kilise için bir din adamı bulunduramadığından papazlar kiliselere belli aralıklarla gidip hem bölge halkının ihtiyaçlarını karşılıyor hem de binanın bakımını yapıyorlarmış. Bölgenin Hristiyanlaştırılması için Circular Mission sistemi diye adlandırdıkları bu yöntemi kullanıyorlarmış.

Anladığınız gibi, adanın İspanyollar tarafından işgali sonrası yoğun bir misyonerlik çalışması yapılmış. Sayısız kilise inşa edilmiş. Şimdi 150’den fazla olan kiliselerin 16 tanesi İspanyollar döneminden kalmış.

İşte günümüzde gelenek haline gelen bu sistem ve mimari tarzı nedeniyle 16 kilise 2000 yılında Unesco Dünya Mirası Listesine girmiş. Bu kiliselerin ziyareti için oluşturulan yola da Iglesias Yolu deniliyormuş.

Bizim gördüğümüz Kederli Meryem Anamız Kilisesi’nin diğerlerinden farkı, dış cephesinin tamamen beyaz boyalı olmasıymış.

Başkent Castro

Dalcuhe’de yaptığımız bu kısa geziden sonra sırada Başkent Castro’nun ziyareti vardı.

Başkente geldiğimizde ilk iş tekne turuna çıkmak oldu. Böylece kıyıda bulunan ünlü plafito evleri karşıdan daha iyi görebilecektik.

Plafitolar

Adadaki gelgitin fazla olması nedeniyle kazıklar üzerine oturtularak inşa edilen Plafito evlerinin kökeni 18. yyla dayanmaktaymış. 19. yyda ticaretin büyümesiyle sayıları oldukça artmış. Nedense sadece Venedik’te böyle evlerin olduğunu düşünüyoruz. Halbuki Tayland, Vietnam ve Hollanda’da da bu evlere rastladık. Yine de dünyanın bir başka ucunda, deniz üzerindeki rengarenk evlere rastlamak bizi şaşırttı. Tekne gezimiz boyunca bu evleri ve şehri ilgiyle seyrettik. 1960’da yaşanan Şili büyük depreminde ada yaklaşık 1 m. suyun altına inmiş. Bu esnada plafitoların büyük kısmı yok olmuş. Buna rağmen adadaki bir kaç yerde plafitolar kalmış.

Minga

Bu arada rehberimizden ada halkının “minga” diye adlandırdığı ilginç bir geleneği olduğunu öğrendik. Bizdeki imeceye benziyor. Halk tarladan ürün toplamak, ev veya kilise inşa etmek gibi nedenlerle birbirinden yardım talep ediyor. Bizden farkı ise talebi yapan kişinin, işlem bittiğinde yemekli, müzikli, danslı bir parti düzenlemesi. Kökeni çok eskilere inen bu gelenekte en şaşırtıcı mingalardan biri halkın taşınırken ahşap evleriyle birlikte taşınmaları.

Doğaüstü güçlere inanan ada halkı, hayvanların düşük ya da ölü doğum yapması, sel veya kuraklık, tarlalardan yeterli ürün alınamaması gibi ters giden işlerden dolayı, kendilerine kötü bir ruh veya büyücünün musallat olduğunu ya da lanetlendiklerini düşünerek başka bir yere taşınmak istiyormuş. Ancak yaşanılan her evin ev sahiplerini birleştiren, koruyan özel bir ruhu olduğuna inandıkları için yeni bir eve taşınmak sorunu çözmüyormuş. O yüzden gidecekleri yere halihazırdaki evleriyle birlikte gidiyorlarmış. Ahşap evin taşınması için ev sahibi arkadaşlarından minga talep ediyor, konu komşu hep birlikte gelip evi öküzlere bağlıyor, öküzlerin çektiği evi altına koydukları kalaslar yardımıyla yürütüyorlarmış. Eğer başka bir adaya taşınacaklarsa, ev deniz kenarında dubalara oturtulup teknelerle diğer adaya taşınıyormuş. Tabi biz böyle büyük bir organizasyona rastlamadık ama rehberden bu ilginç geleneği şaşkınlıkla dinledik.

Etrafı seyredip, rehberimizi dinlerken tekne turumuz da bitti. Yürüyerek şehrin hareketli meydanı Plaza de Armas’a ulaştık. Geniş ve yeşil meydana bakan San Francisco Kilisesi 1567 yılında inşa edilmiş. Şili’deki en eski 3. Kiliseymiş. Açık sarı renkli, Neo Gotik dış cephesi, ikiz kuleleri ile yukarıda anlattığım kiliselerden çok farklı gibi dursa da içerisi tamamen ahşap. Mestizo kültürünün yansıması net görülüyor.

Kiliseyi gezdikten sonra, grafitili duvarlarıyla 2 katlı evlerin çevrelediği şehir merkezini gezdik. Artık dönüş zamanıydı. Hava sonunda düzelmişti. Yol boyunca etrafı seyrederken ne zaman limana geldik anlamadık. Çılgın bir günün sonunda arabalı vapura binip anakaraya ulaştık.

Gelecek yazımızda LLanquie Gölü etrafında Alman Koloni Kasabalarında buluşmak üzere,

Şimdilik hoşça kalın

Gülçin Soytutan / Hayallerime Dokunmak, Youtube kanalımızdan da bu gezimizin videosunu izleyebilirsiniz. Bize destek vermek isterseniz Youtube kanalımıza abone olmayı unutmayın🤗

Hayallerinize dokunmanız dileğiyle….

Şili Gezi Günlükleri 9 Chiloe Adası” için 2 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir